İlerici Ve Öncü Havza
Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla
Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. En faziletli salât ve selâm, efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a) ve onun pak âilesinin ve bilhassa âlemlerdeki Bakiyyetullah’ın (Hz. Mehdi) üzerine olsun.
Kum İlim Havzası: Korkunç Olayların Ortasında Benzersiz Bir Fenomen
Hicrî Şemsî XIV. yüzyılın başlarında mübarek Kum havzasının kurulması, büyük ve korkunç hadiselerin yaşandığı bir dönemde gerçekleşen eşsiz bir olaydır. Bunlar Batı Asya coğrafyasının atmosferini karartan ve milletlerinin hayatlarını kaosa ve yıkıma sürükleyen hadiselerdi.
Sömürgeci Devletler: Batı Asya’daki Acının Kaynağı
Bu yaygın ve uzun süreli acının kaynağı, yer altı zenginlikleriyle dolu bu hassas coğrafyayı ele geçirmek ve egemenlik altına almak için her yolu deneyen ve amaçlarına askeri güçle, siyasi entrikalarla, rüşvetle, içerdeki hainleri satın almakla, propagandalar ve kültürel araçlarla ve mümkün olan her yöntemle ulaşmaktan çekinmeyen sömürgeci devletlerin ve I. Dünya Savaşı’nı kazananların müdahaleleridir. Irak’ta önce İngiliz hükümeti ve sonra kukla bir monarşi kuruldu. Şam bölgesinde bir tarafta İngiltere, bir tarafta Fransa, diğer tarafta hanedanlık sistemi kukla bir yönetim kurmak suretiyle bölge genelindeki halka, özellikle Müslümanlara ve âlimlere baskı uygulayarak emperyalist işgallerini genişlettiler. İran’da acımasız, tamahkâr ve şahsiyetsiz bir Kazak, yavaş yavaş başkanlığa ve ardından krallığa yükseltildi. Filistin’de, Siyonist unsurların kademe kademe Filistin’e göç ettirilmesi ve silahlandırılması aşamasına geçildi. Tedrici olarak İslâm dünyasının bağrında kanserli bir tümörün oluşmasına zemin hazırlandı. Adım adım yürüttükleri bu planlara karşı nerede –Irak’ta, Şam’da, Filistin’de ve İran’da– bir direniş varsa onu bastırdılar ve Necef gibi bazı şehirlerde işi âlimleri topluca tutuklamalara, hatta Mirza Nâînî, Seyyid Ebu’l-Hasan İsfahanî ve Şeyh Mehdi Hâlisî gibi büyük otoriteleri aşağılayıcı bir şekilde sürgüne göndermeye kadar vardırdılar ve mücahitleri tutuklamak için ev ev aramalar yaptılar. Milletler dehşete kapılmış ve şaşkınlığa düşmüş, ufuklar karanlık ve ümitsiz bir atmosfere bürünmüştü. İran’da Gilân, Tebriz ve Meşhed’deki mücahitler ortadan kaldırılmış ve yerlerine haince anlaşmaları uygulayanlar iş başına getirilmiştir.
Kum İlim Havzası: Uzlaşmasız Bir Zamanda Yetişen Mübarek Bir Fidan
İşte bu acı olayların ortasında ve böyle ışıksız bir gecede Kum’un yıldızı doğdu. İlâhî kudret eli büyük, dindar ve tecrübeli bir fakihin Kum’a hicret etmesini, terk edilmiş, kapatılmış olan bu medreseyi ihya etmesini ve o uzlaşmasız zamanın sarp arazisinde, Hz. Mûsâ ibn Cafer’in (a.s) mübarek kızının (s.a) türbesinin yanı başında ve o bereketli topraklarda yeni ve mübarek bir fidan dikilmesini sağladı.
Âyetullah Hâirî’nin Geçmiş Deneyimlere Dayanarak Kum İlim Havzası’nı Kurma Sanatı
Âyetullah Hâirî geldiğinde, Kum büyük âlimlerden yoksun değildi. Âyetullah Mirza Muhammed Erbâb ve Şeyh Ebu’l-Kâsım Kebîr gibi büyük âlimler ve daha niceleri bu şehirde yaşamaktaydılar. Fakat bir medrese, bir ilim-âlim ve din-dindar yurdu kurma sanatı, tüm incelikleri ve stratejileriyle ancak Âyetullah Hacı Şeyh Abdülkerim Hâirî (Allah cennetlerdeki ruhunu yüceltsin) gibi bir şahsiyetin eliyle vücut bulabilirdi. Erak’taki bu başarılı bir medreseyi kurmada ona önceden medrese idareciliğinde edindiği sekiz yıllık tecrübe, bundan yıllar önce Samarra’da büyük Şiî lider Mirza Şîrâzî ile kurduğu yakın ilişki ve bu şehirdeki medresenin kuruluşuna yakından tanıklık edip idaresindeki stratejileri gözlemlemesi rehberlik etmiş; dirayeti, cesareti, motivasyonu ve umudu onu bu zorlu yolda ileriye taşımıştır.
Âyetullah Hâirî’nin Kararlılığıyla Kum İlim Havzası’nın Kalıcılığı
Havza ilk yıllarında, dinin şiarlarını ve temellerini ortadan kaldırmaya çalışırken büyük küçük hiç kimseye acımayan Rıza Han’ın elinden, Hâirî’nin ihlâslı ve mütevekkil azmiyle sağ salim çıkmıştır. Bu zalim tiran yok olmuş, yıllardır onun azami baskısı altında olan havza ise varlığını sürdürmeye ve büyümeye devam etmiş; ondan Ruhullah (İmam Humeynî) gibi bir güneş doğmuştur. Bir zamanlar öğrencilerinin, kendi canlarını kurtarmak için şafak vakti şehrin dışındaki köşelere sığındığı, ders çalışıp araştırdığı, geceleri ise karanlık hücrelere çekildiği bu havza, kuruluşundan bu yana geçen kırk yılda Rıza Han’ın habis hanedanına karşı mücadele ateşini yakıp tüm İran’a yayan bir merkez haline gelmiş, solgun ve ümitsiz kalpleri coşturmuş ve bir köşeye çekilmiş gençleri sahanın ortasına çıkarmıştır.
İlmin Zirvesine Ulaşmaktan İslâm Cumhuriyeti’ni Kurmaya Kum İlim Havzası’nın Bereketleri
Bu havza, kurucusunun vefatından kısa bir süre sonra, büyük otorite Âyetullah Burûcerdî’nin gelişiyle birlikte dünyada Şiîliğin bilim, tahkik ve tebliğ merkezi ve zirvesi haline gelmiştir. Nihayet aynı havza altmış yıldan az bir sürede manevi gücünü ve halk nezdindeki itibarını öylesine artırmıştır ki, halkın eliyle o hain, bozguncu ve fasık monarşi rejiminin kökünü kazımış ve asırlar sonra İslâm’ı, her türlü yeteneğe sahip büyük ve kültürlü bir ülkenin siyasi egemenlik makamına oturtmuştur. İran’ı İslâm dünyasında ve hatta tüm dünyada İslâmcılığın örneği ve dindarlığın öncüsü yapan da bu mübarek havza olmuştur. Onun peygamberî hitabıyla kan kılıca galip gelmiş ve idareciliğiyle İslâm Cumhuriyeti doğmuştur. Cesaret ve tevekkülüyle, İran milleti tehditlere göğüs germiş ve birçoğunu da etkisiz kılmıştır. Bugün onun dersleri ve [köklü] mirasıyla ülke, hayatın pek çok alanında engelleri aşmakta ve ilerlemektedir.
Yüce Allah’ın daimî rahmet ve rızası bu mübarek ve muhteşem kurumun, bu bereketli şecere-i tayyibenin (faziletli ağacın) kurucusunun, yüce, bilgin ve mübarek insan, âlim ve yakînin sükûnetiyle süslenmiş Âyetullahu’l-Uzmâ Şeyh Hacı Abdülkerim Hâirî’nin üzerine olsun.
İlerici Ve Öncü Bir İlim Havzasına Ulaşmanın Yolu
Şimdi, bugünde ve gelecekte ilim havzasını [yakından] ilgilendirdiğine inanılan birkaç konu hakkında bir şeyler söylemek icap ediyor. Bu hususların, şu anda da muvaffak olan ilim havzasının “ilerici ve öncü” bir havza olma yolunda ilerlemesine yardımcı olması ümidiyle…
“İlim Havzası” Unvanının Kurucu Unsurları Ve İşlevleri
İlk konu “ilim havzası” unvanı/ismi ve onun derin içeriğidir.
Bu konudaki mevcut literatür yüzeysel ve yetersizdir. Bu literatürün öne sürdüğünün aksine, “havza” yalnızca bir eğitim ve öğretim kurumu değil, aynı zamanda bilim ve eğitimden müteşekkil toplumsal ve siyasal işlevlerin bir birleşimidir. Bu anlamlı sözcüğün çeşitli boyutlarını genel olarak aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür:
- Belirli uzmanlık alanlarına sahip bilimsel bir merkez,
- Toplumun dinî ve ahlâkî yönden irşadı için arınmış, işlevsel bir güç yetiştirme merkezi,
- Düşmanların tehditleriyle çeşitli alanlarda yüzleşmenin ön(cü) cephesi,
- İslâm’ın sosyal sistemler hakkında düşünceler üretmesini ve bunları açıklamasını sağlama merkezi; siyasal sistemin ne olduğundan onun biçim ve içeriğine, ülkenin yönetimine ilişkin sistemlerden aile sistemine ve kişisel ilişkilere kadar her şey İslâm fıkhına, felsefesine ve değerler sistemine dayanmaktadır.
- İslâm’ın küresel mesajı çerçevesinde gerekli olan medeni yeniliklerin ve geleceğe dönük düşüncenin merkezi ve belki de zirvesi olmak.
Bu başlıklar “ilim havzası” tabirine açıklık getiren ve onun kurucu unsurlarını ve bir anlamda “kendisinden beklenenler”i gösteren başlıklardır. Bu alanları güçlendirme ve ilerletme çabaları, ilim havzasını gerçek anlamda “ilerici ve öncü” hale getirebilir ve önümüzdeki zorluklara ve potansiyel tehditlere çare olabilir.
Bu başlıkların her biri hakkında özet olarak aşağıdaki şekilde beyan edebileceğimiz şu gerçekler ve görüşler öne sürülmüştür:
1 – İlmî Merkez
Kum İlim Havzası, Şia’nın büyük ilmî sermayesinin mirasıdır. Bu eşsiz birikim fıkıh, kelâm, felsefe, tefsir ve hadis gibi ilim dallarında binlerce âlimin bin yılı aşkın süredir sürdürdüğü düşünce ve tahkiklerin bir ürünüdür. Son asırlarda doğa bilimlerinin keşfinden önce, Şiî ilim havzaları aynı zamanda diğer bilimlerle de uğraşılan bir saha olarak görülüyordu. Ancak tüm çağlarda disiplinler arası araştırmaların odak noktası ”fıkıh ilmi” olmuş, bunu belli bir sırayla “kelâm, felsefe ve hadis” takip etmiştir. Şeyh Tûsî’den Muhakkik Hillî’ye, Şehid’e, Muhakkik Erdebîlî’ye ve ondan da Şeyh Ensârî’ye ve günümüze uzanan bu uzun süreçte fıkhın kademeli olarak ilerlediği âlimler tarafından da açıkça görülmektedir. Fıkıh ilminin ilerlemesindeki ölçüt; mevcut bilgiye katkıda bulunmak, yani iftihar kaynağı olacak ilmî ürünler ortaya koymak, bilgi düzeyini yükseltmek ve yeni buluşları artırmaktır. Ancak günümüzde özellikle son yüzyıldaki entelektüel ve pratik alanlarda yaşanan hızlı ve yoğun gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda, ilim havzasının bilimsel ilerleyişi konusunda daha büyük beklentilerin dikkate alınması gerektiği anlaşılmaktadır.
Günümüz Sorunları Karşısında Fıkıh İlminin Görevleri
Fıkıh ilmiyle ilgili olarak şu hususların dikkate alınmasında fayda vardır: Birincisi; fıkıh, dinin bireyin ve toplumun ihtiyaçlarına verdiği cevaptır. Kuşakların dönüşmüş rasyonalitesiyle, bu yanıtın bugün her zamankinden daha sağlam bir entelektüel ve bilimsel temele dayanması ve aynı zamanda anlaşılır ve hazmedilebilir olması gerekiyor. Ayrıca günümüz insanının yaşantısındaki karmaşık ve çoklu olgular, çağdaş fıkhın, cevaplarını hazırlaması gerektiği benzersiz soruları gündeme getirmektedir. Bugün İslâm siyasal sisteminin teşekkülüyle birlikte kanun koyucunun insan hayatının bireysel ve toplumsal boyutlarına ve temel yapılarına olan makro bakışı (insana ve onun insan statüsüne, yaşam hedeflerine, arzu edilen toplum biçimine, siyasete, güce, toplumsal ilişkilere, aileye, cinsiyete, adalete ve yaşamın diğer tüm boyutlarına nasıl baktığına kadar) temel soru haline gelmiştir.
Günümüz İhtiyaçlarına Cevap Verecek Fakihin Sahip Olması Gereken Özellikler Ve Havzanın Güncel Çalışma Yöntemleri Hakkındaki Bazı Hususlar
Bu vasıflara sahip olmanın önemli şartlarından ilki, fakihin her alanda, bütün boyutlarıyla dinî bir bilgiye sahip olması; ikincisi de insanî bilimler alanında ve insan hayatına ilişkin bilgilerde beşerin günümüzdeki bulgularına vakıf olmasıdır. Mevcut çalışma biçimindeki bazı eksikliklerin fark edilip ehil bir el tarafından düzeltilmesi koşuluyla, havzadaki bu bilgi birikiminin, öğrenciyi bu bilimsel yetenek düzeyine ulaştıracak derecede olduğu kabul edilmelidir. Bu hususlardan biri, tahsil süresinin uzunluğudur. Öğrencinin okuma süreci sorgulayıcı bir biçimde yürütülür. O, büyük bir âlimin kalın ve ilmî bir kitabını ders kitabı olarak okumak zorundadır. Bu kitap aslında öğrencinin içtihadî tahkik sahasına giriş yaptığı döneme aittir. Ona, ilgili kitabın bu aşamada verilmesinin doğurduğu tek sonuç, metin okuma sürecini uzatmaktır. Öğrencinin tahkik aşamasına girmesinden önceki bu sınırlı süreçte [okuyacağı] ders kitabının uygun bir içerik ve dile sahip olması gerekir. Âhûnd-i Horâsânî, Şeyh Hacı Abdülkerim Hâirî ve Hacı Seyyid Sadrüddin Sadr gibi büyük şahsiyetlerin Kavânîn, Resâil ve Fusûl kitaplarının yerine Kifâye, Dürrü’l-Fevâid ve Hülâsatü’l-Fusûl gibi eserleri ikame etme yönündeki başarılı veya başarısız çabaları hep bu mühim noktanın zaruretine yönelikti. Kaldı ki onlar, öğrencilerin günümüzde olduğu gibi çok sayıda zihinsel ve pratik girdiler ve yükümlülüklerle karşı karşıya olmadıkları bir dönemde yaşamışlardı.
Bir diğer husus ise fıkhî öncelikler hususudur. Günümüzde İslâmî sistemin şekillenmesi ve İslâmî tarzda bir yönetimin hayata geçirilmesiyle birlikte, havzada daha önce üzerinde durulmayan önemli konular öncelikli hale gelmiştir. Devletin, halkıyla ve diğer devlet ve milletlerle olan ilişkileri, “nefy-i sebîl” (Allah’ın Müslümanlar aleyhine kâfirlere bir yol vermeyeceği) meselesi, ekonomik sistem ve bunun temel dayanakları, egemenliğin İslâm açısından kökeni, halkın bunda oynadığı rol, önemli hadiseler ve egemen sistem karşısında alınan cephe, adalet kavramı, bu kavramın içeriği ve daha onlarca temel ve bazen hayati önem taşıyan konular ülkenin bugünü ve geleceği için önemli olup, fıkhî bir cevap beklemektedir. (Bunlardan bazılarının, kendi yerinde incelenmesi gereken kelâmî boyutları da bulunmaktadır).
Havzanın mevcut çalışma programına bakılırsa, fıkıh bölümünde bu önceliklerin yeterince hesaba katılmadığı görülmektedir. Bazen görüyoruz ki, şeriatın hükmüne ulaşmada araçsal ve önsel bir yönü bulunan bazı ilmî becerilerin veya önceliklerin dışında kalan bazı fıkhi meseleler ya da ilkeler fakihi ve araştırmacıyı o cazip tatlılıklarıyla bu hususlara öyle bir daldırıyor ki, zihnini o temel ve öncelikli meselelerden tamamen uzaklaştırıyor. Bir daha ele geçirilmeyecek fırsatları, insanî ve malî sermayeyi bu uğurda feda ediyor, küfrün saldırılarına rağmen İslâmî hayat tarzını açıklamaya ve toplumu yönlendirmeye yardımcı olmuyor.
Eğer ilmî çalışmanın amacı, ilmî bir üstünlüğü ortaya koyup bunun duyulmasını sağlamak ve erdemli görünme yarışına katılmak ise, bu, maddeci ve dünyacı bir eylemin ve “Nefsini ilâh edindi”[1] buyruğunun bir örneği olur.
2 – Arınmış Ve İşlevsel Kadroların Eğitimi
Kurumsal havza dışa dönüktür. Onun her düzeydeki mezunu, insanın ve toplumun düşüncesine ve kültürüne hizmet eder. Havza, “apaçık bir tebliğ” ile görevlidir. Bu tebliğ çok kapsamlı olup tevhidin yüce öğretilerinden kişisel dinî görevlere, İslâm nizamını, yapısını ve görevlerini anlatmaktan hayatın diğer alanlarına, boyutlarına, yaşam tarzına, çevreye ve doğayı ve hayvanı korumaya dek uzanan çok geniş bir yelpazeyi içine alır. İlim havzaları öteden beri bu ağır görevi/sorumluluğu üstlenmiş; çeşitli ilmî düzeylerdeki mezunlarının büyük bir kısmı ise dini yaymak için çeşitli yöntemlere başvurmuş ve hayatlarını buna adamışlardır. Devrimden sonra, havzadaki bu tebliğ hareketlerinin içeriğini örgütleyecek ve belki de tutarlı hale getirecek pek çok kurum ortaya çıkmıştır. Bu kurumların ve diğer profesyonel şahsiyetlerin dinin tebliği yolundaki değerli hizmetleri kesinlikle göz ardı edilmemelidir.
Burada önemli olan, toplumun entelektüel-kültürel ortamını tanımak ve halka, özellikle gençlere tebliğe yönelik katkılar sunmak ile entelektüel ve kültürel gerçeklikler arasında bir denge oluşturmaktır. Havza bu konuda birtakım sorunlarla yüz yüzedir. Bu yanıltıcı bilgi seli karşısında yüzlerce makale, dergi, parlamento ve televizyon konuşması vd. “apaçık tebliğ” görevini gerektiği ve uygun olduğu şekilde yerine getirememektedir.
Din Mübelliğinin, İçerikleri Ve Tebliğ Yöntemlerini Öğrenmeye Olan İhtiyacı
Havzada şu iki anahtar unsurun boşluğu hissedilmektedir: “Talim” ve “Tehzip”. Güncel, boşluk dolduran ve dinin amacını gerçekleştiren bir mesajın ulaştırılması elbette ki belli bir eğitim ve öğretimi gerektirir. Bir kurum bu misyonu üstlenmeli ve öğrenciye ikna gücünü, diyalog kurma yöntemini, kamuoyuyla, medyayla ve sanal ortamla etkileşim biçimini, karşıt unsurla yüz yüze gelme disiplinini öğretmeli, uygulama ve pratiklerle onu –yukarıda belirttiğimiz– sınırlı zaman diliminde bu alana girmeye hazırlamalıdır. Bir yandan en son teknik araçları kullanarak en son ve en yaygın fikrî ve ahlâkî telkinleri ve şüpheleri bir araya getirmeli ve bunlara zamanın gereklerine uygun bir edebi formla en iyi, en açık ve en güçlü cevabı vermelidir. Diğer yandan ise günün kültürel ve düşünsel durumuna uygun düşen en gerekli dinî bilgileri, genç nesillere ve ailelere uygun düşünce ve kültür paketleri halinde derlemelidir. Bu biçim ve içerik bütünü bu bölümdeki eğitimin en önemli konusunu teşkil etmektedir.
Tebliğ Çalışmalarında Kültürel Bir Mücahit Yetiştirmek
Tebliğde, savunmacı bir duruştan ziyade, müspet ve hatta atılımcı bir duruş [sergilemek] daha önemlidir. Şüphe ve vesveseleri defedip dağıtmak noktasında söylenenler, tebliğ aygıtını, dünyada ve muhtemelen ülkemizde de yaygın olan sapkın kültürlerin Müslümanlara yönelik saldırısını ihmal etmek noktasında gaflete sürüklememelidir. Batı’nın dayatmacı propaganda kültürü, giderek artan bir hızla sapkınlığa ve dejenerasyona sürükleniyor. Felsefeci ve mütekellim havza, şüphelere karşı [sadece] savunma yapmakla yetinemez. Bilakis bu sapkınlık ve dejenerasyona karşı düşünsel meydan okumalar ortaya koyar ve sapkın iddia sahiplerini bunlara cevap vermeye zorlar. Bu eğitici aygıtın tedariki havzanın öncelikleri arasında yer almaktadır. Bu, “kültür mücahitleri” yetiştirmek demek olup, özellikle bazı önemli alanlardaki güçlerini aktif olarak artıran din düşmanlarının faaliyetleri göz önünde bulundurulduğunda hızlandırılması ve oldukça ciddiye alınması gerekir.
Din Mübelliğlerinin Nefsi Arındırmaya Odaklanmaları
Eğitimin yanında bir diğer gereklilik de arınmaktır. Tehzip, münzevi bireyler yetiştirmek demek değildir. Kültür mücahidinin faaliyetinin önemli bir bölümünü, nefsin tezkiyesi ve İslâm ahlâkının ihyası çağrısı oluşturmaktadır. Davet edenin davet ettiği şeyden yoksun olması, [davetçiliğinde] etkisiz ve sonuçsuz bir girişimdir. Havzanın ahlâkî tavsiyelere vurgu yapmak noktasında geçmişe kıyasla daha aktif olması gerekmektedir.
Siz genç ve faziletli öğrenciler; tertemiz ve lekesiz kalplerinizle, doğru sözlülüğünüzle ve işe önce kendinizden başlamanız şartıyla bugünün genç neslini ahlâkî yönden eğitme görevini elbette ki başaracaksınız. Amelde ihlâslı olmak ve zenginliğin, şöhretin ve makamın cazibesine kapılmamak maneviyatın ve hakikatin güzel atmosferine girmenin anahtarıdır. Böylece kültürel mücadelenin bu zorlu görevi hem tatlı bir vazifeye hem de etkili bir girişime dönüşecektir. Bu durumda talebeliğin zorlukları tebliğin mücahitçe duruşuna engel olmak şöyle dursun, onun için güçlü bir irade ve kararlılığın vesilesi dahi olacaktır.
Dinî tebliğ alanını hiçbir zaman rakipsiz/düşmansız bir alan olarak görmememiz ve bu alana sürekli olarak dâhil edilen iphamlar ve safsatalarla mücadele etmeyi bir an bile ihmal etmememiz gerektiğini vurguluyorum.
Bu bölümde “apaçık tebliğ” sanatına yönelik bir güç yetiştirmenin yanı sıra, ülke sisteminde ve yönetiminde belirli görevlere yönelik güçler takviye etmek ve havzanın iç düzenini sağlayacak güçleri yetiştirmek gibi hususlar da ayrıca ele alınması gereken konulardır.
3 – Düşmanın Çeşitli Alanlardaki Tehditlerine Karşı Durmanın Ön(Cü) Cephesi
Bu, ilim havzalarının ve âlimlerin bir bütün olarak işlevlerinin en az bilindiği hususlardan biridir. Şüphesiz ki İran ve Irak’ta son yüz elli yıldır âlimlerin öncülüğünde veya katılımlarıyla gerçekleşmeyen hiçbir ıslah ya da inkılap hareketine rastlanmamıştır. Bu, ilim havzalarının doğasının önemli bir göstergesidir. Bu dönemde sömürgeci ve baskıcı liderlerin yönettiği tüm olaylarda sahaya ilk çıkanlar sadece âlimler olmuş ve çoğu kez halkın da desteğiyle düşmanı alt etmişlerdir. Onlardan başka konuşan veya meseleyi doğru bir şekilde anlayan hiç kimse olmamıştır. Başkaları ancak âlimlerin itirazları üzerine seslerini yükseltebilmişlerdir. Âlimlere karşı muhalif tavırlarıyla bilinen Kesrevî, Meşrutiyet hareketinin başlangıcının Seyyid Behbehânî ve Tabâtabâî adlı iki seyyidin bilgece birlikteliğinden doğduğunu itiraf etmektedir. Evet, o günlerde İran’da zulmün bayrakları dalgalandırıldığında dinî merciler ve âlimler dışında hiç kimse sesini çıkarmaya cesaret edemiyordu.
Bu dönemde yapılan utanç verici anlaşmalar âlimlerin muhalefetleri ve engellemeleriyle bozulmuştur. Reuters anlaşması Tahran’ın büyük âlimlerinden Hacı Molla Ali Kenî’nin engellemeleriyle, Tütün anlaşması yüce taklit mercii Mirza Şîrâzî’nin ve İran’ın diğer büyük âlimlerinin hükmüyle, Vusûku’d-Devle anlaşması Müderris’in ifşasıyla, ithal dokuma ve tekstil ürünlerine karşı çıkma Âğâ Necefî İsfehânî ve beraberindeki İsfahan ve Necef âlimlerinin desteğiyle bozulmuş olup, bunlar gibi daha nice örnekler mevcuttur.
Kum İlim Havzası’nın kurulduğu yıllarda Irak’ın bazı bölgeleri ile İran’ın sınırları arasında kalan Necef ve Kûfe’de, âlimlerle İngiliz işgal güçleri arasında silahlı çatışmalar yaşanmaktaydı. Bu çatışmalara sadece öğrenciler ve öğretmenler değil, Seyyid Mustafa Kâşânî gibi bazı ünlü âlimler de katılmış, bunların bir kısmı şehit edilirken, diğer bir kısmı ise daha sonraları uzak İngiliz sömürgelerine sürgün edilmiştir.
Büyük dini mercilerin Filistin meselesine yönelik faaliyetleri –hem Siyonistlerin Filistin’de silahlanma ve silahlandırma politikası uyguladığı yüzyılın başlarında hem de Filistin’in önemli bir bölümünün resmen Siyonistlere teslim edildiği ve sözümona Siyonist devletin ilan edildiği yüzyılın üçüncü on yılında– ilim havzasının iftihar ettiği alanlardan biri olup, bu konudaki mektupları ve açıklamaları tarihin en değerli belgeleri arasında yer almaktadır.
Kum İlim Havzası’nın ve daha sonra İran’daki diğer ilim havzalarının da İslâmî kıyamı oluşturmak, devrimi tesis etmek, kamuoyunu yönlendirmek ve halkı ön plana çıkarmak konusunda oynadığı eşsiz rol, aynı zamanda okulun cihatçı kimliğinin en belirgin göstergelerinden biridir. Havza mezunları faal zihinleri ve belagatlı dilleriyle mücahit İmam’ın düşmanları ezen kükreyişine ilk cevap verenler arasında yer aldılar ve süratle, ciddiyetle, kayıpların en ağırını üstlenerek sahaya indiler. İnkılapçı fikirleri yaymaya ve kamuoyunu yönlendirmeye başladılar.
İmam’ın İlim Havzalarına Yönelik Mesajındaki Umutları Ve Uyarıları
Merhum İmam, ilim havzalarına[2] verdiği anlamlı ve sarsıcı mesajında, bu gerçeklerin bilincinde olarak, âlimleri bütün halk ve İslâm devrimlerinde şehadetin öncüleri olarak görmüş, buna minvalde şehitlerin yolunu ve çabalarını hakikati anlamaya götüren bir yol olarak kabul etmiştir. Başka bir açıklamasında ise âlimler cihat sahasında öncüler, salihleri destekleyenler ve mazlumlara arka çıkanlar olarak tanıtılmıştır. Havzanın geleceği için en büyük umudunu hareket, mücadele ve devrim kaygısıyla hareket eden talebe ve âlimlere bağlamış, bu hayati konulardan uzak durup, sadece kitap ve derslerle yetinenlerden ise şikâyetçi olmuştur. Bu mesajda tahaccüre (taş kafalılığa, bağnazlığa) yönelenlere defalarca gönderme yapılmış, düşmanın bu gibi kimselerin ihmalkârlığından yararlanarak nüfuzunu kullanmasının ve din satıcılığının evrimleşmiş yöntemlerinin doğurduğu tehlikelere dikkat çekilmiştir. İmam’ın isabetli görüşüne göre, dünyanın dört bir yanındaki sömürgeci avcılar aslan yürekli din adamlarını ve politikacıları takip etmek için pusuya yatmış, âlimlerin halk nezdindeki şöhret, makam ve nüfuzlarını yok etmeyi planlamıştır.
İmam’ın Tahaccürden Ve “Dinin Siyasetten Ayrılabilirliği” Tezinden Duyduğu Kaygı
Ârifçe ve âşıkça duygularla yazılmış bu hikmetli metinde muhterem İmam’ın taşlaşma (tahaccür) ve kutsallık pazarlamacılığı şeklindeki eğilimlerin havzayı, dini siyasetten ve sosyal faaliyetlerden ayırmaya ve ilerlemenin doğru yolunu tıkamaya sürükleyebileceği yönündeki endişesi açıkça kendini göstermektedir.
Bu kaygı havzanın halkın temel meseleleriyle ilgilenmesini, sosyal ve siyasal faaliyetlerde bulunmasını, zulüm ve fesatla mücadele etmesini dinin siyasetle olan ilişkisini/birlikteliğini onun kutsallığına ve manevi sınırlarına aykırı gösteren, âlimlere barışçıl olmalarını ve siyasete girmenin tehlikelerinden uzak durmalarını salık veren tehlikeli bir eğilimin teşvik edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu yanılgıyı yaymak, âlimlerin, her zaman kendilerine karşı yürüttükleri mücadelelerden dolayı zor durumda kalan ve birçok konuda başarısızlığa uğrayan sömürgecilik ve istikbar unsurlarına verilecek en büyük armağandır. Bozguncu, ahlâksız ve çıkarcı sistemin unsurlarına [verilebilecek bu] en büyük hediye, bir taklit merciinin önderliğindeki İran milletinin kıyamıyla tasfiye edilmiştir. Dinin kutsallığı en çok da fikrî, siyasi ve askeri cihat sahalarında tecelli eder ve dinî bilginin hamillerinin fedakârlıkları, serdengeçtilikleri, cihatları ve pak kanlarını feda etmeleriyle sabit olur (ispatlanır). Dinin kutsallığını, Yesrib’e girdiğinde ilk icraatı hükümet kurmak, askeri bir güç örgütlemek ve siyaset ile ibadeti mescitte birleştirmek olan Hz. Peygamber’in (s.a.a) hayatında görmek gerekir. İlim havzası manevi itibarını ve kendi varoluş felsefesine sadakatini korumak için [veya korumak istiyorsa] halktan, toplumdan ve onun temel meselelerinden hiçbir zaman kopmamalı ve ihtiyaç halinde her türlü cihadı asli görevi görmelidir. Bu, muhterem İmam’ın havzayla, ileri gelenlerle ve özellikle de genç âlimlerle defalarca paylaştığı ve vurguladığı o önemli açıklamanın kendisidir.
4 – Sosyal Sistemlerin Doğuşunu Ve Açıklayan Merkez
Ülkeler ve toplumlar bütün sosyal yönleriyle, belirli sistemler tarafından yönetilirler. Ülkenin yönetim ve egemenlik biçimi (istibdat, istişare vd.), yargı sistemi, uyuşmazlık ve ihlâllerde, hukuki ve cezaî konularda hakemlik, ekonomik ve mali sistem, para, iş, aile sistemi vb. hepsi bir ülkenin sosyal yönleri arasında yer alır ve dünya toplumlarında çeşitli biçimlerde ve farklı sistemler çerçevesinde yönetilir. Kuşkusuz bu sistemlerin her biri, ister düşünürlerin zihinlerinden isterse yerel gelenek ve alışkanlıklardan doğmuş olsun, entelektüel bir temele dayanmaktadır. İslâmî bir yönetimde bu esas ve kuralın, doğal olarak İslâm’dan ve onun sahih metinlerinden alınması ve yönetim sisteminin de (toplumu yönetme biçiminin) bunlardan çıkarılması gerekir. Şiî fıkhı, (yargı gibi bazı bölümler hariç) bu görevi yeterince ele almamış olsa da, Kitap ve Sünnet’ten türetilen kapsamlı fıkıh kuralları ve tali başlıkların yardımıyla, toplumu yönetmek için çeşitli sistemler tasarlamada gerekli yeterliliğe sahiptir. Hükümetin menşei konusunda merhum İmam’ın Necef sürgünü sırasında “velâyet-i fakih” hakkında yaptığı olağanüstü çalışma mübarek bir başlangıç olmuş ve havzalı âlimlere (bu konuyu) araştırmanın yolunu açmıştır. İslâm Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra bu görüş ve pratiğin çeşitli yönleri ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki bu çalışma, ülkenin birçok sisteminde başarısız ve düzensiz bir şekilde kalmıştır. Bu boşluğu havzanın doldurması gerekir. Bu, ilim havzasının kesin görevlerinden sayılmaktadır. Bugün İslâmî sistemin egemenliği ve istikrarı ile birlikte fakihin ve fakihliğin vazifesi ağırlaşmıştır. Bugün artık fakihliği merhum İmam’ın ifadesiyle, tıpkı bilinçsiz kimselerin yaptığı gibi bireysel ve ibadî hükümlere gark olmak olarak kabul edemeyiz. Ümmet inşa edici fıkıh, ibadî hükümlerin ve bireysel vazifelerin boyutlarıyla sınırlı değildir.
Havzanın Dünyadaki Güncel Bilgilerden Haberdar Olması Ve Sosyal Sistemleri Düzenlemede Üniversitelerle İş Birliği Yapması Gerekliliği
Elbette toplumsal sistemler tasarlamak ve düzenlemek için ilim havzasının bu sistemler hakkındaki günümüz bulgularına yeterince aşina olması gerekir. Bu aşinalık, fakihin, bu bulguların doğruluğunu ve/ya yanlışlığını ortaya koymasına, Kitap ve Sünnet’in ıstılah ve referanslarını kullanabilecek kadar donanımlı bir akla sahip olmasına ve toplumun İslâm düşüncesine dayalı olarak tam ve kapsamlı bir şekilde yönetimi için gerekli sosyal sistemlerin yapısını tasarlamasına imkân verecektir. Havzanın yanı sıra ülkenin üniversitelerinin de bu alanda bir yetkisi ve sorumluluğu bulunmaktadır. Bu, havza ile üniversiteler arasında işbirliği yapılabilecek alanlardan biri olabilir. Üniversitenin en büyük görevi, dünyada insanî bilimler alanındaki yönetim ve halk sistemlerine ilişkin yaygın görüşlerin doğruluğunu ve/ya yanlışlığını bilimsel, eleştirel ve sorgulayıcı bir bakış açısıyla saptamak ve dinsel düşüncenin içeriğini havzayla işbirliği yaparak uygun formatlarda ortaya koymaktır.
5 – İslâm’ın Evrensel Mesajındaki Medenî Yenilikler
Bu, havzadan beklenen en önemli beklentidir. Ve belki de iddialı ve hayalci/idealist bir beklenti olarak da telakki edilebilir. H. Ş. 1342’de Feyziye Medresesi’ne düzenlenen saldırıdan sonraki o tarihi gecede, merhum İmam’ın yatsı namazından sonra evinde, korkmuş küçük bir öğrenci grubuna hitap ederken söylemiş olduğu, “Onlar gidecek (gidici), siz kalacaksınız (kalıcısınız)” şeklindeki yüce ifadesi, belki de bazılarımız tarafından fazla iddialı ve hayal ürünü bir düşünce olarak değerlendirildi. Ancak zaman imanın, sabrın ve tevekkülün engellerle dolu bir dağı ortadan kaldırabileceğini ve düşmanların ilâhî sünnet karşısındaki komplolarının etkisiz olduğunu gösterdi. “İslâm medeniyetini kurmak” inkılâbın en yüce dünyevi hedefidir. Yani o, bilimin, teknolojinin, insanî ve doğal kaynakların, bütün insanî kabiliyet ve ilerlemelerin, hükümetin, siyasetin, askeri gücün ve insanlığın emrinde olan her şeyin sosyal adalet ve genel refahın hizmetinde kullanıldığı, sınıfsal uçurumların/ayrımcılıkların azaltıldığı, manevi eğitimin, bilimsel ilerlemenin, tabiat bilgisinin arttığı ve inancın günden güne kuvvetlendiği bir medeniyettir.
İslâm medeniyeti tevhid esasına dayanır ve onun bireysel, toplumsal ve manevi boyutları vardır. İnsana cinsiyet, renk, dil, etnik köken veya coğrafya temelinde değil, insanlık temelinde saygı gösterilmesi esasına dayanır. Adalete ve onun örneklerine ve boyutlarına dayanır. İnsanın çeşitli alanlarda özgürlüğüne dayanır. Cihadın gerekli olduğu her alanda genel bir mücadeleye dayanır. İslâm medeniyeti, bugünkü materyalist medeniyetin tam tersidir. Materyalist medeniyet sömürgecilikle, toprakları ilhakla, zayıf ulusları aşağılamakla, yerli halkları topluca katletmekle, bilimi başkalarını bastırmak/ezmek için kullanmakla, zulümle, yalanlarla, sınıf ayrımları yaratmakla ve zorbalıkla başladı ve yozlaşmanın, ahlâkî ilkelerden sapmanın ve cinsel ahlâksızlığın da buna dâhil olmasıyla, giderek büyüdü. Bugün Batı ülkelerinde ve onların takipçilerinde bu çarpık yapının apaçık ve eksiksiz örneklerini görüyoruz: Servet zirvelerinin yanı başında yoksulluk ve açlık vadileri, güç hırsına kapılmış kimselerin zorbalığa uğrayabilecek herkese yaptığı zorbalıklar, bilimi toplu katliamlarda kullanmak, cinsel yozlaşmayı ta ailelere, çocuklara ve dahi bebeklere kadar taşımak, Gazze ve Filistin gibi örneklerde şahit olunan eşi benzeri görülmemiş zulüm ve vahşet, başkalarının işlerine karışmak için savaş çıkarma tehdidinde bulunmak ve son dönemlerde Amerikalı devlet adamlarının davranışları gibi numuneler.
Bu batıl medeniyetin gidici olduğu açıktır ve gidecektir de. Bu, yaratılışın kesin kanunudur: “Şüphesiz ki, batıl yok olucudur.”[3] “Sel, üste çıkan köpük ve çerçöpü yüklenip götürdü.”[4] Bugünkü görevimiz, ilk olarak bu batılın ortadan kalkmasına yardım etmek, ikinci olarak, düşünce ve eylemle elimizden geldiğince alternatif bir medeniyet kurmaktır. “Başkaları yapamadı, o halde biz de yapamayız” demek bir yanılsamadır. Başkaları inançla, hesapla ve azimle hareket ettikleri her yerde başarılı olmuş ve kazanmışlardır. Bunun en açık örneği de, gözlerimizin önündeki İslâm Cumhuriyeti İnkılâbı’dır.
Bu mücadelede katlanılması gereken zararlar, kayıplar ve darbeler vardır. Bu durumda zafer kesin olacaktır. Hz. Peygamber (s.a.a), geceleyin gizlice Mekke’den çıkıp putperestlerin oluşturduğu halkayı kırarak bir mağaraya saklanmış, lakin sekiz yıl sonra şeref ve izzetle/zaferle Mekke’ye girerek Kâbe’yi putlardan, Mekke’yi ise putperestlerden temizlemiştir. Süregelen bu sekiz yıl boyunca hesapsız acılar çekmiş, Hamza gibi dostlarını kaybetmiş; ancak [neticede] galip gelmiştir.
Baskıcı ve yalancı egemen güçlerin küresel koalisyonuna karşı sekiz yıl sürdürmüş olduğumuz Kutsal Savunma’mız da bunun bir başka örneğidir. Başlangıçtaki bu sıkıntıları göğüsleyen büyük ve verimli Kum İlim Havzası da bugün gözlerinizin önünde bir örnektir ve [biliniz ki] bunun daha birçok örneği var.
Bu bağlamda ilim havzasının değerli bir görevi var ki, o da öncelikle çağdaş İslâm medeniyetinin ana ve tali hatlarını çizmek, sonra da onu topluma anlatmak, yaymak ve bir kültür haline getirmektir. Bu, “apaçık tebliğ”in en üstün örneklerindendir.
İslâm medeniyetinin şekillenmesinde bir şekilde hem fıkıh hem de aklî ilimler rol oynar. İslâm felsefemizin temel meselelerinin toplumsal bir uzantısını çizmek gerekir. Fıkhımız, perspektifini genişleterek ve çıkarımları yenileyerek bu medeniyetin [sonradan] ortaya çıkan meselelerini iyi tahlil etmeli ve hükümlerini belirlemelidir.
İçtihatta Zaman Ve Mekân Unsurlarına Dikkat Edilmesi Ve Konunun Doğru Anlaşılması
Büyük İmam’ın fakihlik hakkındaki net açıklamaları adeta çığır açıcıdır. Bu açıklamada, istinbat metodu geleneksel fıkıh veya onun deyimiyle, özsel içtihadın kendisidir. Bununla birlikte bu içtihatta “zaman” ve “mekân” iki belirleyici unsurdur. Geçmişte bir konunun belli bir hükmünün olması, ancak siyasete, ekonomiye ve topluma hâkim olan ilişkilerin değişmesiyle birlikte söz konusu hükmün yeni bir anlam kazanması mümkündür. Hükümdeki bu değişiklik, meselenin görünüşte önceki meseleyle aynı olmasına rağmen siyasal ve sosyal ilişkilerdeki değişiklikler vd. sebebiyle dönüşerek yeni bir mesele haline gelmesi ve dolayısıyla yeni bir hükme ihtiyaç duyması sebebiyledir. Ayrıca birbirini izleyen küresel olaylar ve bilimsel ilerlemeler vd. bazı durumlarda yetenekli bir fakihin Kitap ve Sünnet’teki bir senedi yeni bir şekilde anlamasına yol açabilir ve bir hükmü değiştirmek için dinî bir argüman haline gelebilir. Müçtehitlerin fikir alışverişinde bulunmaları sık rastlanan bir durumdur. Her halükârda fıkıh fıkıh olarak kalmalı ve yeni anlayışlar şeriatı heterojenleştirmemelidir.
Söylenenlerle sınırlı kalmak kaydıyla, “ilim havzası” isminin ayrıntılı tanımı ve açıklaması ile derin içeriği hakkında bilgi vereceğim ve yüzüncü yılına yaklaşan Kum İlim Havzası hakkında da özet bir şeyler söyleyeceğim.
Kum İlim Havzası’nın Çeşitli Alanlardaki Canlılığı Ve Büyüyüşü
Bugün Kum İlim Havzası canlı ve gelişen bir medresedir. Bu İslâmî eğitim ve öğretim sistemindeki binlerce hocanın, yazarın, araştırmacının, konuşmacının ve düşünürün varlığı, bilimsel ve tahkikî dergilerin yayımlanması, belirli uzmanlık alanlarına ait ve/ya genel nitelikli makalelerin kaleme alınması vd. gibi kazanımların her biri günümüz toplumu için büyük bir zenginlik, ülke ve milletin geleceği için ise muazzam bir potansiyel teşkil etmektedir. Tefsir ve ahlâk derslerinin yaygınlaşması ve aklî ilim merkezlerinin ve eğitim seminerlerinin çoğalması havzanın devrimden önce erişemediği belirgin bir güçtür. Kum İlim Havzası daha önce [sayıca] hiç bu kadar düşünce üreten öğrenci ve âlimi görmemişti. İnkılâbın bütün sahalarında ve hatta askeri alanda aktif olarak yer alması ve Kutsal Savunma döneminde, öncesinde ve sonrasında şehitler takdim etmesi havzanın en büyük iftiharlarından ve merhum İmam’ın sayısız faziletlerinden biridir. Küresel propaganda sahasına girişin yolunu açması, çeşitli milletlerden binlerce öğrenci yetiştirmesi ve mezunlarının birçok ülkede [aktif olarak faaliyetlerde] bulunması takdire şayan bir başka büyük ve emsalsiz projesidir. Yeni yetişen fakihlerin çağdaş meselelere ve ilgili fıkıh derslerine olan alakaları bilimsel ilerleme ve gelişme açısından da olumlu bir gelecek vaat etmektedir. Genç âlimlerin, özellikle başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere, sahih İslâm metinlerinin inceliklerine olan yoğun ilgisi Kur’ân’ın ilim havzasında daha fazla önem kazandığına da işaret etmektedir. Bayanlara özel ilim havzalarının kurulması da önemli ve etkili bir girişim olup bunun ebedi mükâfatı merhum İmam’ın tertemiz ruhuna bağışlanacaktır. Bu açıdan bakıldığında Kum İlim Havzası umutları yeşerten, canlı ve dinamik bir komplekstir.
Kum İlim Havzası’nın İlerici Ve Öncü Olması İçin Öneriler
Kum İlim Havzası’nın ilerici ve öncü bir havza olacağı yönündeki mantıksal beklenti, onun mevcut durumundan önemli ölçüde farklıdır. Aşağıdaki noktalara dikkat edilmesi bu açığın kapatılmasına katkı sağlayabilir:
- Havza güncel olmalıdır; sürekli olarak zamana ayak uydurmalı, hatta belki de zamanın da ötesinde olmalıdır.
- Tüm bölümlerde eğitimci yetiştirmeye önem verilmelidir. Bu milletin, üzerinde ilerleyeceği yol ve inkılâbın geleceği, bugün ilim havzalarında yetiştirilen güçlerin çizeceği yoldur.
- Havzalıların halkla olan ilişkilerini artırmaları gerekir. Havza, âlimlerin halk içinde olmaları ve onlarla yakın ilişkiler kurmaları için programlar yapmalıdır.
- Havza yöneticileri genç öğrencileri gelecek konusunda umutsuzluğa sürükleyen önyargılı telkinleri uygun bir girişimle etkisiz kılmalıdır. Bugün İslâm, İran ve Şiî Müslümanlar dünyada, geçmişte hiç olmadığı kadar büyük bir saygınlığa ve itibara sahiptirler. Genç öğrenci, tahsilini bu hissiyatla yapmalı ve kendini geliştirmelidir.
- Toplumun genç nesillerine iyimserlikle bakın ve onlarla bu bakış açısını esas alarak etkileşim kurun. Günümüz gençliğinin yüksek IQ’lu önemli bir kısmı, bütün yıkıcı duygu ve düşünce aşılamalarına rağmen dine sadıktır ve onu savunur. Pek çoğu ise dine ve devrime kesinlikle düşman değildir. Dinî sembollere/değerlere karşı önyargılı olan küçük bir azınlık, havzayı gerçekçi olmayan analizlere tabi tutmamalıdır.
- Havzanın müfredatı açık, cevap verici, güncel ve elbette belli bir tekniğe ve içtihat usulüne dayalı, sosyal boyutu olan, aydınlık bir felsefenin eşlik ettiği, sosyal bir uzantıya sahip, toplumsal hayatın yapısı hakkında görüş sahibi, belagatli kelâm ilminin yardımıyla güçlü ve ikna edici olmalı ve yetenekli eğitimciler tarafından öğretilmelidir. Ayrıca bunların her üçü Kur’ân’ın ve tefsir derslerinin ışığında parlaklık, nuraniyet ve derinlik bulmalıdır.
- Züht, takva, Allah’tan başkasına muhtaç olmamak, tevekkül, ilerleme ruhu ve mücadeleye hazır olmak [gibi tavsiyeler] Yüce İmam’ın ve büyük ahlâk ve maneviyat önderlerinin genç öğrencilere sürekli yaptığı tavsiyelerdir. Şimdi siz, havzanın aziz öğrencileri de aynı tavsiyelerin muhatabısınız.
- Havzadan alınan eğitim (tahsil) belgeleri hakkında da benim sürekli ve güncel tavsiyem, belgenin mezunlara havza dışındaki bir merkez tarafından değil, bizzat havza tarafından verilmesidir. Elbette havzanın 1, 2, 3 ve 4 şeklindeki akademik düzeyleri dünyadaki bilimsel merkezlerde bilinen/kabul gören rütbelerle değiştirilebilir. Örneğin; lisans, yüksek lisans ve araştırma lisansı (doktora) gibi.
Sözlerimi burada noktalıyor ve Yüce Allah’tan İslâm’ın şeref ve izzetini artırmasını, İslâm ümmetinin güç ve istikrarını sağlamlaştırmasını, İran milletinin ilerleyişini, refahını ve ilim havzalarının izzet ve etkinliklerini artırmasını, düşmanlara ve kötü kimselere karşı zafer kazandırmasını dilerim.
Allah’ın selâmı Hz. Bakiyyetullah’ın (ruhumuz ona feda olsun ve Allah zuhurunu acil kılsın), şehitlerin ruhlarının ve ümmetin İmam’ının pak ruhunun üzerine olsun.
Ves-Selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekatüh.
Seyyid Ali Hâmaneî
28/04/2025
[1] Furkân Sûresi, 43. âyet
[2] Sahîfe-i İmâm, c. 21, s. 273; “Peyâm be-Rûhâniyyûn, Merâci, Müderrisîn, Tullâb, Eimme-i Cum‘a ve Cemaat” (3/12/1367).
[3] İsrâ Sûresi, 81. âyet
[4] Ra‘d Sûresi, 17. âyet